4 Mayıs 2018 Cuma

6 yılın ardından


Merhaba,

Kısa bir bilgilendirme yazısı yazmak istedim. Çünkü internette ararken denk gelenler, hastalar ve hasta yakınları, içlerini ferahlatacak örnekler görmek istiyor.

Çok şükür, teşhis konulup ameliyat olalı 6 yıl oldu. Doktoruma yılda bir kez gitmeye başladım.

Allah'a şükürler olsun. Bu yazıyı okuyan, yeni teşhis almış tüm hastalara ve onların yakınlarına öncelikle kolaylıklar diliyorum. Yaşarken zor geliyor biliyorum ama Allah nefes verince geride kalıyor.

Hepinize tez vakitte şifalar, gönül rahatlıkları diliyorum. Aklınıza gelirsem siz de beni duanıza katın inşallah.






23 Mayıs 2015 Cumartesi

Üç yıl bitti



Eveeeetttt...

Bundan tam üç yıl önce, göğsümün altına elime gelen bir kitle ile karşılaştım. Doktor gezmesi, cerrah bulması derken 16 Şubat'ta Prof. Dr. Erhun Eyüboğlu tarafından ameliyat edildim.

Ameliyat sonu netti: 2B evre meme kanseri. Koltuk lenf bezlerimin bazılarında tutulum vardı ve kemoterapi almam gerekiyordu.
Bu blogda süreci biraz anlattım. İlk 10 gün zor, son 10 gün ise daha kolay geçiyordu, hatta biraz da hasta olmanın verdiği hayata tutunma, sarılma çabasıyla bu ikinci 10 günü dolu dolu, enerjik ve sosyal geçirdim.

Her kemoterapinin bu son 10 günü, her gün dışarıdaydım. Çocuklar sağ olsunlar, İstanbul'un altını üstüne getirdik birlikte.
Gün geldi, kemoterapiye kıyasla çok çok kolay olan radyoterapi de bitti. Sevgili onkoloğum Prof. Dr. Gökhan Demir'i üç ayda bir görmeye başladım. İkinci yılın sonunda ise "artık 6 ayda bir görüşeceğiz" dedi. 5 yıl tamamlanıncaya kadar (inşallah), 6 ayda bir gideceğim. Her seferinde farklı tetkikler isteniyor, onları yaptırmak, sonucunu beklemek çok stresli doğrusu ama insan nelere alışmıyor.

Son olarak benden bir pet çektirmemi istedi doktorum. Pet sonucunda omurgamda ılımlı FDG tutulumu olduğuna dair bir rapor geldi. Bunu uzman da kemik metestazı olarak yorumlamamıştı ama emin olmak için bir MR çektirmeye karar verdik.
Çekilen MR'da dejeneratif değişiklikler olduğu görüldü. Bunlar yaş, tramva gibi etmenlerle oluşan hatta bizim halk arasında fıtık dediğimiz rahatsızlıklar. Yani mestastaz falan değilmiş.

Aslına bakarsanız her seferinde "acaba metastaz mı var" diye düşünmemize sebep olacak sonuçlar alıyoruz. Bir seferinde başım çok dönüyordu, yataktan kalkamıyordum. Onun için de beyin MR'ı çektirmiştim. Sonuç kulağımdaki kristallerin kayması yani fertigoymuş ve sağ olsun gelmiş beni bulmuş.

Bir başka seferinde göğsümdeki ameliyat lezyonları (ameliyat sonrası kalan izler) FDG tutulumu yapmıştı. Haydi bu sefer de meme ultrasonuna Gül Hanım'a gitmiştik. O da bunların korkulacak bir şey olmadığını söylemişti.

Bir diğerinde de bitmeyen kemik ağrılarımın sebebi D vitamini eksikliği çıkmıştı. D vitamini takviyesi alınca ağrılarım epey azalmıştı.

Daha aklıma gelmeyen bir yığın tetkik, bir yığın acaba sorusu ile karşılaştık. Çok şükür sonuçlar iyi çıktı.

Bizim günler sadece böyle geçmiyor elbette. İlerde size gezdiğim yerlerle ilgili de yazılar yazacağım.


Bu sürede Kaş'a, Yunanistan'ın Midilli adasına, Bursa'ya tatile gittim. İstanbul'da gezmelere de devam. Aa bir de güzel haberim var. Torun geliyor torun...

Sağlıkla, huzurla kalın. İnternetten kötü şeyler aratmak zorunda kalan ve benim sayfama bir şekilde gelen herkese, onların yakınlarına şifa ve iç huzuru diliyorum.

Allah yolunuzu kolay etsin.











8 Aralık 2012 Cumartesi

Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba







Blog'a yazmayalı çok uzun zaman olmuş. Uzun ve zor bir tedavi süreci geçirdim. Ameliyat'tan sonra Mart'ta başladı ve Eylül'de bitti tedavi.

6 seans kemoterapi ve 28 seans radyoterapi gördüm. Kemoterapiden sonraki 10 gün çok ama çok zor. Sürekli evde kalıyorsun. Sonraki 10 gün ise çocuklarla sürekli dışardaydım. Özellikle son hafta gücüm iyice yerine geliyordu.
İstanbul'da geze geze bir hal olduk, tabi evde sıkıntı çeke çeke de bir hal olduk.

Radyoterapi kemoterapiden kat be kat kolay, mukayese bile edilemez. Benim cildim hassas olduğu için en son teknolojiden faydalansak da yine de cildim yandı. Buna rağmen kemoterapiyle kıyaslayamam dediğim gibi.

Ameliyatımı Prof. Dr. Erhun Eyüboğlu yaptı. Erhun Hoca, cerrah olmasından sanırım çok sıcak biri değil. Hatrı kalmasın, mesleği onu gerektiryor olabilir. Ama çok başarılı bir doktor olduğunu biliyorum. Daha sonra gittiğim bütün doktorlar, ameliyatımın çok başarılı yapılmış olduğunu söylediler. Bunlar gittiğim bütün onkologlar ve radyologlardı. Kendisine teşekkür etme fırsatı bulamadım. Kısmetse bir gün ziyaretine gideceğim.

Tedavimi sürdüren doktorum ise dünyalar iyisi Prof. Dr. Gökhan Demir. Florance Nightangale hastanesini ayakta tutan hekim kesinlikle. Sadece ve sadece onun için o hastaneye gittim.

Onca hasta yoğunluğuna rağmen, güleryüzünden, ilgisinden bir gram taviz vermeyen, dünyayı ve tıptaki gelişmeleri günü gününe takip eden bir doktor. Hasta yakınlarına, çocuklarıma da o kadar güleryüzlü davrandı ki, biz onu ailecek sevdik.

İkinci iyi hekimim, İtalyan Hastanesi'ndeki Mustafa Vecdi Ertekin. Her gördüğünde ilgisini, merakını esirgemeyen, Anadolu'dan, Erzurum ve Ankara'dan İstanbul'a gelen çok iyi bir doktor. Her şikayetimi çekinmeden söyledim, her seferinde ilgiyle dinledi.

Bu hastanedeki yine güleryüzüne, ilgisine, hasta psikolojisindeki başarısına hayran kaldığımız bir diğer doktor da cerrah Cem Yılmaz... Küçük bir sorunu danışmamız için Vecdi Bey yönlendirmişti. 5 dakika diye odasına girdik, bize moral de yükleyip öyle gönderdi yarım saat sonra odasından.

Biz, tamoterapi cihazı için İtalyan hastanesini tercih ettik ama o hastanenin kapısındaki görevliden, asistanlarına, tamoterapi cihazını kullanan Taylan ve Dilek'ten, doktorlarına kadar herkes ama herkes çok iyi insanlardı. Güzel insanlar birbirlerini bulmuşlar. Umarım İtalyan Hastanesi, bu kadrosunu korumayı sürdürür. Unutmadan yazayım, ssk radyoterapinin tamamını, tamoterapinin ise bir kısmını karşılıyor bu hastanede.

Tedavime dönecek olursam, radyoterapinin bitmesiyle birlikte, Gökhan Hoca benden bazı tetkikler istedi. Kan tahlili, kemik sintigrafisi, batın ultrasonu...

Bunlar temiz çıktı.

Sanırım bir de akciğer filmi çektirmeliyim, çünkü şikayet etmesem de, biraz öksürüğüm var. Üstüne grip de oldum galiba. Onu da çektirip, Allahın izniyle bir şey çıkmazsa, biraz rahat etmek istiyorum. Yani hiç değilse bir sonraki şikayetime ve bu duruma alışıncıya kadar...

Allah nasip ederse, iki yıl boyunca her üç ayda bir Gökhan Hoca'yı görmeye gideceğim, o da benden bazı tetkikler isteyecek. İki yıl sonra 6 ayda bir gitmeye başlayacağım.

Bir ara kemik ağrılarım o kadar çoktu ki, korkmuştuk. Bu ağrılara tamoksifen sebep oluyor diye düşünüyordum. Kan tahlilimde, D vitaminim dibe vurmuş çıktı. Hemen D vitamini iğnesini almaya ve kalsiyum hapı içmeye başladım. Kemik ağrılarım yarı yarıya hatta biraz daha bile fazla azaldı.

Menopoza girdiğim için mi, bu ilaçlar yüzünden mi bilmem, ateş basmalarından muzdaribim. Günde bazen 5 bazen 20 kez gelen bir ateş basması. Ayak parmaklarımın ucundan başlayıp beynimin tepesine kadar çıkıyor. Uykumdan uyandırdığı da çok oluyor. Kadın Hastalıkları doktorum, bunun normal olduğunu söyledi. Hatta şaka bile yaptı, "Anneminki bir yılda geçti, kaynanamınki 7 yıl sürdü. İyi ki de böyle oldu, ya anneminki o kadar sürseydi" diye.


Genel hayatımdan da bahsedeyim. Tedaviden sonra 5 kilo aldım. Zaten kiloluydum bir de üstüne bu eklendi.

Pazartesi günleri cam boyama kursuna gidiyorum. Haftanın en az dört günü dışarıdayım. Bazen bu rakam 6'ya bile çıkıyor. Yorulmasam o yedinci günde dışarıda olacağım ama neyse :)

Psikolojim gelgitler yaşıyor. Bazen geçmişe dönüyorum, bazen anı yaşıyorum.

Bu hastalığı yenmek için moral ve huzur gerekiyor. Psikolog'a gitmedim, ilaç almadım. Ama bazen alsam mı diye düşünüyorum. Alan kişileri görüyorum, her şeye gülüyorlar. Gülmenin nesi zararlı olabilir ki? Bu konuyu biraz düşüneceğim.


İnşallah her şey iyi gider ve ben buraya yazmaya devam ederim.

Mutlu günlerden birkaç fotoğraf paylaşıyorum. Kızkardeşimim arkadaşı Yosun'un kınasında kızım çekti bu fotoğrafları. Allah oğullarımın kınası da görmeyi nasip etsin inşallah. Bu vesile ile bu yazıyı okuyan herkese de sağlık dilerim. Benim gibi tedavi olanlar da tez vakitte şifalarına kavuşsunlar inşallah. İnşallah ben de tabi...

 
 


Yazıya son vermeden önce kendim için okuduğum bir duayı da paylaşmak istiyorum. İnanan olursa yapar, inanmayana Allah yine şifa versin.

İki rekat şifa namazı kılınıyor. Her rekatta, Fatiha'dan sonra üçer İhlas okunuyor. Daha sonra yerinizden kalkmadan ve kimseyle konuşmadan tam 1000 kere şu duayı okuyorsunuz: Ya bedial acaibi bil hayrir hamni ila yevmiddin. Anlamı, "Ey Acayip İşleri Eşsiz Olan Allah! Kıyamet Gününe Kadar Bana Hayırla Rahmet Et".

Hasta kendisi okuyamıyorsa, bir yakını da okuyabilir deniyor. İnançla yapılan her şey mutlulukla sonlanır. Ben buna inanıyorum. İnancın kimseye bir zararı da yok üstelik. Bazıları bunu hurafe sayabilir. Ama uzmanlar bile, duanın hastalara iyi geldiğini söylüyorlar. Hele bu kalpten ve inanarak yapılırsa, Allah duaları geri çevirmez inşallah.

Sağlıklı kalın. Aklınıza gelirsem benim için de dua edin.








30 Mart 2012 Cuma

Muhteşem Yüzyıl ve Topkapı Sarayı ziyareti








Çarşamba gecesi Muhteşem Yüzyılı izledim. Bu diziyi özellikle kostümlerini beğendiğim ve  bir parça da tarihi takip etmek için izliyorum. Dizi oldukça tartışmalı, benim de eleştirdiğim bazı noktalar var ama bir dönemin tarihini sadece diziden ibaret tutmak da kişinin kendi yanlışıdır. Bu kitap varken, bir diziye takılıp kalmak, ya da onun yanlış olduğunu söylemek pek doğru gelmiyor.

Ben kendi anıma döneyim. Çarşamba gecesi diziyi izlerken aklıma, bir yıl önce Topkapı Sarayı'nı gezdiğimiz geldi.

Kızım ehliyetini yeni almıştı. Korkmasın diye ben de onunla bir süre seyahat ediyordum. Bir gün, "Haydi Topkapı Sarayı'na gidelim" demiştim. Buz gibi bir havada gitmiş, hayli üşümüştük.

Saat 2'ye doğru gişenin önüne geldiğimizde, çok uzun bir sıra vardı. Üstelik Gişe 4'te kapanıyormuş. Bize yaklaşık 45 dakika sonra sıra geldiğinde, apar topar sarayı gezmiştik. Tabi sadece belirli bir kısmını. Aklımda kalanlar, saray hazinesi, padişah kaftanları, kutsal emanetler odasıydı. Ama giremediğim için üzüldüğüm bir yer de vardı. O da Harem'di.


Geçtiğimiz Perşembe sabahı hava oldukça güneşliydi. Nereye gidelim diye sorduklarında, "Haydi Topkapı müzesine gidelim" dedim. Kızımın o gün işi yoktu, ayarladı o da geldi.

Kızkardeşimi iskeleden alıp, küçük oğlumun şoförlüğünde Sultanahmet'in yolunu tuttuk.

Nasıl gideceksiniz?
Beşiktaş tarafından sahil boyunca Haliç Köpürüsü'ne bağlanıp, soldan devam ediyorsunuz. Ardından ışıklardan Eminönü'ne dönen taraftan yokuşu çıkıyorsunuz. Uzun yokuş bittiğinde, tabelalar size otoparkı işaret edecektir. Tavsiyem Sultanahmet'in içine hiç girmeden burada bir otoparka aracını bırakmanız. Ama en güzeli arabasız gitmek. Örneğin eminönü Vapuruna binip, tramvayla geçebilirsiniz. Hemen Sultanahmet meydanınd atramvaydan inersiniz. Çok kolay ve ucuz olur.

Biletler
Sarayı gezmek için öğrenciler 10 TL'lik yetişkinlerse 20 TL'lik bilet alıyor. 20 TL'ye müzekart çıkartıldığından, bizimkiler, bilet almak yerine 2 dakikada müze kartı çıkarttırdılar. Babam Kore Gazisi olduğu için ben ve kızkardeşim, gazi kartlarımızla ücretsiz geçtik. Babam 81 yaşında, allah sağlıklı ve uzun ömürler versin....
Bilet konusunda bir uyarıda bulunayım. Ne müze kartları ne gişe biletleri Harem'i gezmede geçerli değil. Harem için ayrıca 15 TL'lik ek bir bilet almanız gerekiyor. Gazi kartımız olduğu için biz yine ücretsiz geçtik. Ama çocuklarım mecburen bilet aldılar.


Harem

Muhteşem Yüzyıl dizisiyle gerçek arasındaki en büyük fark, kendini Harem'de gösteriyor. Buz gibi yüksek duvarla çevrili koridorlar, karanlık odalar, camsız harem daireleri...

Valide Sultan'ın ve Haseki'nin odası, bu gün bizlerin oturduğu evlerin yanında, ne kadar basit kalıyor. Anladım ki, saray kadını da olsa, padişahın annesi de olsa, kadınlar her yerde eziliyorlar.

Hele o cariyelerin kaldığı, hapishane avlusuna benzeyen avuçiçi kadar bahçesiyle, kimbilir ne çekişmelerin ve üzüntülerin yaşandığı alan yok mu... Duvarlar sanki dile geliyor, orada yaşanan mutsuzlukları bize fısıldıyor. Adeta taşına, çinilerine, tahtasına işlemiş özlem, mutsuzluk, hapislik ve tek olamam üzüntüsü. Öyle ki hepimiz etkilendik ve iki-üç gün etkisinden kurtulamadık.

Harem'de en beğendiğimzi ayrıntılar, çiniler ve vitraylar oldu. Aslında çok daha güzel bir sunum yapılabilir, rehber konulabilir, daha fazla açıklayıcı tabela, yazı bulunabilir. Topkapı Sarayı bana müzecilikten çok uzak bir anlayışla yönetiliyor gibi geldi.

Saray Bahçesi ve Cellat Çeşmesi
Sarayın insanın içine açan bahçesi, rengarenk çiçeklerle örtülü. İnsan adım atarken kendinden yıllar önce orada bambaşka insanların yürüdüğünü hayal edip, etkileniyor. Buraya sadece bahçesind eyürümek için bile gelinebilir. Huzur dolu bir yer.

Bir ayrıntıdan daha bahsetmek isterim. Sunay Akın yaptığı bir programda, bahçedeki cellat çeşmesinden bahsetmişti. Bu çeşme, sağ tarafta duvar dibinde bulunuyor. Önünde de bir taş var. Denildiğine göre, cellatlar, kanlı kılıçlarını, bu çeşmede yıkadıkları için çeşmenin adı böyle kalmış. Önündeki taşın da ne işe yaradığını tahmin edersiniz artık...









Saray gezmesi sonrası Tophane'de kurufasülye...

Topkapı Sarayı'ndan çıktığımızda epeyce yorulmuştuk. Küçük oğlumun okula gitmesi gerekiyordu. Bizi Karaköy'de bıraktı ve derse yetişmek için arabayı o aldı.

Kızımın bahsettiği bir kurfasülyeci vardı Tophane'de. Çok meşhurmuş benim haberim yok. Adı: Fasuli. Görünüşe göre, başbakandan milletvekillerine, sanatçılara, emniyet müdürlerine, gazetecilere kadar herkes gelip en az bir kez burada kurufasülye yemiş.

Biz de bir tadına bakalım dedik. Alıştığımız ve evde yaptığımız fasülyeden çok farklı. Susuz ve bol tereyağlı. Ne yalan söyleyeyim, kolestrole tavan yaptırır, sağlık sorunu olanı yataklara düşürür. Lezzetli ama. Pilavı fena değildi. Karalahana çorbası hayli baharatlıydı içemedim, kızım kendi mercimek çorbasıyla benimkini değiştirdi. Hakkını da yemeyeyim, karalahana çorbası genelde baharatlı pişirilir.

Burada yaklaşık 2 saat oturduk, çay içtik. Bol bol konuştuk. Bir sürü kararlar aldık. Bakalım kaçını uygulayacağız.

Garsonlar biraz rahatsız oldu fazla oturmamıza sanki. Pek umursamadık açıkcası. Herşeyi umursaya umursaya dert sahibi oluyor insan. O soğukta nereye gidelim? Etrafta bir tek nargile kafeler var, duman altında oturup zehirlenelim mi yani?

"Ye-kalk" türünden bir yer burası. Zaten aşevi tarzı yerlerin hizmet kalitesi fazla yüksek olmuyor. Topkapı gezimizden bir gün sonra Üsküdar'a gitmiştim. EKG çektirdim ve doktor olan ağabeyime uğradım. Öncesinde Üsküdar'daki ünlü Kanaat Lokantasına gittik. Yemekler büyük bir hayal kırıklığıydı. Servis de kötüydü.

Bazen bu restoranlar nasıl meşhur olmuşlar anlamıyorum. Herhalde halkın "hizmet kalitesinin" henz farkına varmadığı, yokluğun olduğu vakitlerde bir şekilde nam salmışlar, ondan sonra da bu namın üzerine bir taş, bir tuğla koymamışlar.

Bakalım gelecekte var olacaklar mı? Neyse canım, laf lafı açtı, nerden nereye geldim. Ben Topkapı gezimizin olduğu güne geri döneyim.

Fasuli'den kalktığımızda Beşiktaş tarafına çok yoğun trafik vardı. Vapurla Üsküdar'a geçip, ordan yine vapurla Beşiktaş'a mı gitsek diye düşünürken, Beşiktaş otobüsünü görünce, gayrı ihtiyari "binelim" dedim. Kızımla bindik ama kızkardeşim arkamızdan binmemiş. Haklı tabi, o Üsküdar'da oturuyor. Zaten biletimiz de yoktu ve zaten otobüs şoförü "içerden isteyin bilet, ben de akbil yok" deyip huysuzlaşmıştı. Biran kızkardeşimi tek bırakmışız gibi hissettim, mahzun oldum. Baktık trafik de adım adım gidiyor, "biz ineceğiz" dedik. Şoför arkamızdan herhalde"deli bunlar" demiştir. Neyse daha 2 dakika olmasıan rağmen bizim kız nasıl hızlı yürüdüyse gözden kaybolmuştu. Ara ara telefonu meşgul. Karanlıkta nereye saptığını bilmeden yürüdük. Neyseki geri dönüp aradı da buluştuk.

Sonracıma, ilk defa Karaköy'den vapura bindik. Üsküdar vapuru iki dakika içinde Eminönü'nde aktarma yaptı. Haydiii, in bu sefer geç diğer vapura. O an "acaba otobüsten inmesemiydik" diye geçirdim içimden. Yorulmuştum çünkü. Artık sallana sallana Üsküdar'a geldik.

Sahile indiğimizde, hemen iskelede dişf ırçası başlığı satan bir adamla karşılaştık. Çok sevimliydiler. Garfield olanı kendime, maymunluyu da küçük oğluma aldım. Tanesi iki liraydı. 5 lira verince, bir tane daha alın dedi satıcı. Onu da kızkardeşim kendine seçti.

Son defa vapura binip 5 dakikada Beşiktaş'a geçtik. Oğlum iskelede karşıladı bizi ve eve götürdü.
"Vay canına, ne hızla akan bir gündü" dedik eve girerken.

Bu da yaşanmış günler içinde yerini aldı. Fotoğraflara baktıkça, hatırlarız. Allah ömür ve sağlık versin, inşallah daha güzellerini yaşarız.

Bir tasadüfle bu yazıyı okuyanlara da aynı dileklerde bulunuyorum. Allah gönlünüze göre versin.





21 Mart 2012 Çarşamba

İstanbul Sosyal Tesisleri

İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne bir konuda teşekkür etmek istiyorum.
Sadece zenginlerin gidebildiği sahil restoranlarına alternatif olarak birçok sosyal tesis açtılar.
Bunlardan biri İstinye'de diğeri Beykoz'da. İkisine de uzun yıllardır giderim. Fakat Kasımpaşa'dakini yeni keşfettim.

Bir kere manzarası çok farklı. Garsonları çok kibar. Balık çorbası her zamanki gibi muhteşem. Fiyatlar da ucuz.

Balık yemek istemeyenler için ızgara çeşitleri de var. Zeytinyağlı tabağı, kalamar, paçanga böreği güzeldi.

Bazen çok kalabalık oluyor, kapıya adınızı yazdırıp sıra bekliyorsunuz. Bizim son sefer gidişimizde, şansımıza cam önündeki masa denk geldi.

Büyük oğlum ve kızımla keyifli bir yemek yedik. Yine şakacı fotoğraflarımız var. Onları daha sonra yükleyeceğim.



Kasımpaşa'daki sosyal tesisleri herkese tavsiye ederim.

Yıldız Parkı içindeki Malta Köşkü de yemek için ideal bir mekan. Açıkbüfeden istediğiniz yemeği alabiliyorsunuz. Buraya havuzdaki ördeklere simit atmak ve yürüyüş yapmak için bile gidebilirsiniz.



Belediye'ye bu vesileyle tekrar teşekkürler.

12 Mart 2012 Pazartesi

Sandal Balıkevi, Emirgan Taş Kahve ve fazlası...

Uzun süredir, internette övmek istediğim bir balıkçı var. Çocuklara, "siz kendi sitenize yazın mutlaka" diye tembihler dururdum. Cumartesi gidince, neden ben yazmıyorum diye düşündüm ve paylaşmaya karar verdim.

Yeniköy'de küçük ve şirin bir restoran var. Sandal Balıkevi. İlk gidişimde, mısır ekmeğini o kadar çok beğenmiştim ki, diğer yemeklere o kadar dikkat etmedim.

Güleryüzlü personeli sizi masaya buyur ettikten sonra, hızlıca, turşu, mısır ekmeği ve patlıcan ezmesini masaya servis ediyor. Acaba bunları yiyip kalksak mı diye düşünüyor insan. Mısır ekmeği sürekli pişiyor, bittikçe yenisi yapılıyor. Bu güne kadar yediğim en güzel, en lezzetli ve en hafif mısır ekmeği kesinlikle...


Burada mutlaka yemenizi tavsiye edeceğim bir başka yemek de, balık köftesi. İçine ceviz de koyuyorlar va o da hafif olduğu kadar son derece lezzetli bir meze oluyor.

Karides güvecini, beyaz peynirli salatasını ve tüm balıklarını tavsiye ederim. Hepsi çok taze ve çok leziz.

Balıkların fotoğrafını çekmeyi unuttuk. Daha doğrusu tabakta kılçıklar kalınca aklımıza geldi.

Salatasını ve göründüğünden 100 kat lezzetli mısır ekmeğinin fotoğrafını paylaşayım. (sırf salatayla bile doyabilirsiniz.






Sandal Balıkevi küçük bir mekan. Küçük bir balıkçı barınağı gibi dekore edilmiş. Fakat bu küçüklüğüne rağmen çok büyük misafirleri var. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'den tutun da çok sayıda sanatçıya kadar duvarlarına asılmış onlarca fotoğraf, bu gizli ve kendi halinde duran fakat balığa düşkün kişilerin müdavim olduğu restoranlardan biri haline gelmiş.

Tatlıya olan düşkünlüğüm malum. Armut tatlısını yemeden mekandan ayrılmayın derim. Fotoğrafını da paylaşıyorum.



Cumartesi hava çok güzeldi. Sahilde de her zamanki gibi çok trafik vardı. Buna rağmen rotayı Emirgan'a çevirdik. Daha önce gitmediğim bir yer olan Taş Kahve'ye gittik. O kadar toktuk ki, sadece yeşil çay içtik.

Burayla ilgili güzel bir yorum yapmak istiyorum. Dışarıdan bakıldığında son derece sosyetik bir mekan gibi duruyor Taş Kahve. Kesin çok pahalıdır diye düşünüyorsunuz. Ama değil. Emirgan'da iskelenin hemen karşısında, sanki camdan elinizi uzatsanız suya değecek gibi hissettiğiniz, dekorasyonu şık bu restoranın menüsü sanıldığı kadar pahalı değil. Biz iki tane yeşil çay istedik. 5 TL'ydi fiyatlar. Birkaç dekorasyon dergisi de alıp, 2 saate yakın oturduk. Kimse gelip bizi "başka ne istersiniz?" diye rahatsız etmedi. (Bunu en çok Beşiktaş'taki Hakan Pastahanesinin garsonları yapar mesela, sinir olursunuz.)

Neyse, konuya döneyim, çalan müzikleri, dekorasyonu, garsonları, manzarası ile kafanız çok dolduğunda gelip sakinleşebileceğiniz bir yer burası. Yemeklerinin tadına bakmadık. bir gün nasip olur tekrar gidersem ve yersem, yazarım mutlaka. Masada da fotoğraf çekmeye devam ettik. İşte size iki fotoğraf...


Yeşil çay, gerçek yapraklarıyla demleme olarak masaya servis ediliyor. Çok ilginç ve faydalı bir demleme sistemi var. Her bir demlikten üç kupa çıktı sanırım.



Oturduğumuz masadan gördüğümüz manzara... İkinci köprü de görünüyor. Akşam üzeri olduğu için hava pusluydu. Güzel havalarda daha iç açıcı olacağına eminim.



Her gezmenin bir sonu var. Biz de buradan ayrılıp tıpış tıpış evimizin yolunu tuttuk. Ertesi gün evdeydim. Misafirlerim vardı. Hasta olduğum için doktor ağabeyim gelmişti. Onlarla vakit geçirdik.
Antibiyotiğe alarjim var benim. Penisilin grubunu içemiyorum. Diğer taraftan iyileşmem için mutlaka antibiyotik almam gerekiyor. Ağbim penisilin grubuna dahil olmayan bir ilaç getirmiş. Yanında da diğer iğneler. Bana bir tane içirdi ve tüm aile, ne zaman fenalaşacağım die başımda bekledi. Biraz kalp çarpıntısı, fırlayan tansiyon, karıncılanma hissi derken bir süre sonra geçti. Artık geçse de geçmese de ne yapalım.

Gece de içmem gerekiyordu. Ağbim telefon açıp, gidip hastaneye yakın bir yerde içirin fenalaşırsa acile gidersiniz hemen demiş. Biz de ilacı içip eve yakın hastanenin önünde bekledik. O kadar güzel bir kar yağıyordu ki... Çocuklar, "anne bu ileride bir anı olacak" dediler. Saat gece 11, biz hastahane önünde ilaç içiyoruz.

Oğlum bir ara dışarı çıktı ve kızımla fotoğrafımızı çekti. arabasının önündeki bu mavi kuşu (angr Bird'müş bunlar, çocuklardan öğrendim) ben hediye etmiştim.




Çok komik duruyor, sanki gagasını uzatmış, arabaya değen var mı diye bakıyormuş gibi bir ifadesi var. Her gördüğümüzde pek bir güleriz. Oğlum da muziplik olsun diye fotoğrafımıza onu da alarak çekmiş bizi.

Bu arada kızımın arabasında sürekli çalan bir CD var. Bülent Ortaçgil ve Teoman'ın konser CD'si. MAvi Kuş şarkısını çok seviyor. Siz de dinleyin tavsiy ederim. Ama sevginin de bir ayarı olmalı. "Mavi Kuş" aşağıya "mavi kuş" yukarıya ne zaman dışarı çıksak onu çalıyor.

Haydi hakkını yemeyeyim, son derece sakinleştirici bir şarkı gerçekten.  Bülent Ortaçgil'in sesi, dertsiz, gamsız, adeta uçmuş bir insan gibi... Ata Demirer depresyona girince, bir doz Bülent Ortaçgil alın die boşuna dememiş...


Haydi bakalım, hayat böyle, bir gün gezeceğiz, ertesi gün oturacağız. Hastalık olmasın, gerisi boş. Esasen şu yukarıya yazdıklarımı, insan sevdiği bir dostuyla evde de yapabilir. Yete rki asağlık olsun, ağız tadı olsun. Ne demişler, gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane... Nerede ne yaptığınız değil, kimle nasıl vakit geçirdiğiniz önemli olan.